İSLÂM GELENEĞİNDE ŞİİR
Câhiliye Döneminde Şiir
‘Şiir, Arapların
Dîvânıdır.”
“Şiir” kelimesi, Arapça -ş-‘a-r- kökünden
mastar olup sözlük bakımından bilmek, sezmek, bilincinde olmak, hissetmek,
farkında olmak gibi anlamlara gelir. Özellikle bilmek ve bilgi anlamları
üzerinde durulmalıdır. Şair bilgi ve sezgi sahibi anlamına gelir. Terimsel
manası olarak ise şiir, kısaca, ‘vezinli, kafiyeli, ince mânâlı söz’
şeklindedir.
Câhiliye
döneminde şiir, içtimaî hayatta çok ehemmiyetli bir yere ve hayatî bir tesire
sahipti. Şairlerin yazdığı şiirler, kabilesinin namusu ve şerefi sayılmış ve bu
şiirler hafızalarda saklanıp gelecek nesillere ulaşmaları sağlanmıştır. Şairin kendi
hayatı ve yaşadığı toplumun hayatı onun şiirlerine esin kaynağı olmuştur. Arap
şiiri aynı zamanda diğer bilimlerin de kendisinde yer bulduğu kadarıyla
nesilden nesile aktarılmasını sağlamıştır. Bilgi kaynağı olarak görülen şiir bu
yönüyle kelime anlamını da karşılamış bulunmaktaydı. Şiir, Arapların divanı
olarak görülmüştür. Yani, Araplara ait ne varsa şiirde toplanmıştır.
Bu
devirde şiir ve edebiyatı destekleyen çevreler ve şairlerin birbiriyle mücadele
ettiği çeşitli müsabakalar vardı. Haram aylarda savaşların kesilmesi fırsat
bilinerek Ukaz, Zülmecaz, Mecenne gibi şiir ve ticaretin bir arada buluştuğu
büyük panayırlar kurulurdu. Büyük şairlerin hakemliğinde şiir yarışmaları
düzenlenir ve her kabile yeni şairlerini ortaya çıkartırdı. Bu panayırlarda
büyük başarı gösteren şairlerin şiirleri Kâbe duvarlarına asılırdı. “Muallâkat-ı Seb’a (Yedi Askı)” denilen
bu şiirler çok büyük rağbet görür ve bu şiirleri yazan şairlerin kabileleri
bundan büyük övünç duyarlardı. Çoğunun hangi yıllarda yazıldığı kesin olarak
bilinmeyen bu şiirlerin şairleri şunlardı: İmru’ül-Kays, Tarafe ibnü’l-Abd,
Haris bin Hilliza, Amr bin Kulsum, Antere bin Şeddâd, Züheyr bin Ebu Sulme ve
Lebîd.
Bir
kabileden yeni bir şair doğduğunda civar kabileler bu kabileyi tebrik etmek
için gelirlerdi. Yemekler yenir, çeşitli eğlenceler yapılırdı. Çünkü şair
demek; o kabilenin soyunun devam ettirecek erkek çocukları gibi kendi
hayatlarını, hatıralarını, üzüntülerini, savaşlarını, âdetlerini devam
ettirecek olan ‘ölmez oğul’ demekti. Eskilerin yazdıkları, meydana getirdikleri
eserlere ‘ölmez oğul’ dediklerini unutmamak gerekir. Bir Arap atasözü der ki: “Oğul, atanın sırrıdır.” Ölmez oğul da
buna nispet edilmelidir. Asırlar sonrasına kalacak olan et ve kemik değil;
ancak kalbe derinden tesir eden iki çift yürek burkucu söz olacağı şahitleriyle
ortadadır.
İslâmiyet ve Şiirin İslâmiyet Etkisinde Girdiği Yeni
Dönem
İslâmiyet,
şiirin ve sözün böylesine altın çağını yaşadığı bir ortamda, Hz.
Muhammed(s.a.s) ve ona gönderilen Kurân-ı Kerîm ile insanlığa yeni bir ufuk
olarak indirilmiştir. Allah Tealâ gönderdiği peygamberlere bahşettiği mucizeleri,
hikmeti gereği görevlendirdiği toplumda revaçta bulunan ilme göre seçmiştir.
Peygamber Efendimiz’in en büyük mucizesi de belâgatiyle câhil bir bedeviyi de
Hz. Ömer gibi, Hassân b. Sâbit gibi şiiri, sanatı çok iyi bilen şair ve âlim
insanları da önünde secdeye kapandıracak Kurân-ı Kerim’dir. Kurân-ı Kerîm,
câhiliye bataklığına saplanmış insanlara hem ışığıyla hem belâgatiyle kendini
göstermiştir. Bu ışığı kabul edemeyecek olan akıllar ise Hz. Muhammed(s.a.s)’e
cinlerle ilişkili bir şair ve Ona indirilmiş olan Kurân-ı Kerîm’e de şiir, eski
hikâyeler anlatan bir kitap diyerek iftira etmişlerdi.
Hâl
böyle olunca da inen ayetlerden bazıları Kurân’ın şiir olduğu ve peygamberin
şair olduğu iddiasını neshetmek üzere indirilmişti. Bunlara cevap verilirken de
şiir aleyhine sert ifadeler de nazil olan ayetlerde geçmişti. Ayrıca da
Müslüman olan şairler de (Ka’b, Hassân…) İslâm’ı ve Kurân’ı şiirleriyle
savunmaya çalışmışlardır. Müşriklerin şiir diyerek iftira attıkları ve
hicivlerle eleştirdikleri İslâm’ın şiir sahasındaki mücâhitliğini yapmışlardır.
Kur’ân-ı Kerîm ve Hadisler Işığında Şiir
Kur'ân'da
şiir kelimesi bir kere, şair kelimesi de beş kere (birinde çoğul olarak) geçer.
Şiirden söz eden, "Biz ona şiir
öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. O (kendisine indirilen kitap) yalnızca bir
zikir(öğüt ve hatırlatma) ve apaçık bir Kur’ân’dır.” (Yasin, 36/69) âyeti,
şiir ve vahiy arasında apaçık olan farkı belirtmiş ve bu iddialara cevap
vermiştir.
Kur’ân,
başka bir yerde, aynı gerçeği bir kere daha ve yeminle pekiştirerek vurgular: "Hayır, gördüklerinize ve
görmediklerinize yemin ederim ki; O (Kurân) elbette değerli bir elçinin
sözüdür. O, bir şair sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz. Bir kâhinin sözü de
değildir. Ne de az düşünüyorsunuz. Âlemlerin Rabb'inden indirilmiştir" (el-Hakka,
69/38-43).
Kur’ân, Câhiliye
dönemi şairlerinin kötü rollerine işaret ederek, şeytanın, gerçeği ters yüz
eden, günaha düşkün yalancı şairlere ilham/vesvese verdiğini, onlara da ancak
azgın sapıkların uyduğunu söyler: “Şeytanların
kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar; günaha, iftiraya düşkün olanların
üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu
yalancıdırlar. Şairlere ancak azgınlar uyarlar. Şairlerin her vâdîde (her
yerde) vehm (hayal) edip, başıboş dolaştıklarını ve gerçekte
yapmadıkları/yapamayacakları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman
edip sâlih amel işleyenler, Allah(c.c)’ı çokça zikredenler ve haksızlığa
uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl devrileceklerini
pek yakında bileceklerdir.”
(26/Şuarâ, 221-227)
Kurân’ın
içindeki şiirsel ifadeler, âhenk gibi unsurlar, Onun şiir olmasını gerektirmez.
Bilâkis mânâyı en güzel, en belîğ şekilde ifade etmesi bakımından da ayrıca
i’caz ve îcaz kazandırır. Kur’ân şiirle karşılaştırılamayacak kadar üstündür.
Genel olarak
şiir, İslâmiyet’te söz gibi değerlendirilmiştir. İyi olanı övülmüş, kötü olanı
yerilmiştir. Kurân’ın tenkidi de zaten kötü olan şiire, dünyevî heveslere
yönlendiren, şehvet uyandıran şeytanî duygulara yöneliktir. Kurân-ı Kerim’e
atılan iftiralara cevap niteliğinde olan itirazlar şiirin hepten kötü mânâda
düşünüldüğünü göstermemelidir. Peygamber Efendimiz(s.a.s) güzel şiiri
yasaklamamış, hikmetli yönlerini övmüş, hatta destek olmuştur.
Allah Resûlü
şiir hakkında şöyle buyurur: “Şüphesiz
şiirde hikmet vardır.” (Buhârî, Edeb 90, 8/42; Ebû Dâvud, Edeb 5010,
4/303…)
Şairleri
kötüleyen âyet nazil olduğu zaman Peygamberimiz’in şairlerinden Hassân bin
Sâbit, Abdullah bin Revâha, Kâ’b bin Mâlik, Peygamberimiz’e gelip şöyle
demişlerdi: “Allah(c.c) şu âyeti inzal buyurdu ve o biliyor ki biz şiir
söylemekteyiz.” Bunun üzerine Peygamberimiz(s.a.s.) şairleri kötüleyen
âyetlerden sonra gelen âyeti okudu: “Ancak
iman edip sâlih amel işleyenler, Allah(c.c)’ı çokça zikredenler ve haksızlığa
uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl
devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.” (26/Şuarâ, 227) Peygamberimiz sonra buyurdu
ki: “Burada tenkit dışı bırakılanlar
sizlersiniz.” (İbn Ebî Hâtim, nak. Muh. Ibn Kesir, 2/664)
Şairleri
kötüleyen âyet nâzil olunca Peygamberimiz (s.a.s) Hassân bin Sâbit ve Kâ'b bin
Mâlik'e (r.a.) şöyle buyurdu:“Kureyş’i
hicvediniz, çünkü sizin hicviniz onları ok yağmuruna tutmanızdan daha
etkilidir.” (Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe
157, hadis no: 2490, 4/1935)
Peygamberimiz(s.a.s),
güzel ve faydalı şiir konusunda ayrıca şöyle buyuruyor: “Mümin eliyle ve diliyle cihat eder. Nefsimi kudret elinde tutana yemin
ederim ki, dille attığınız da ok gibi yaralar açar.” (Ahmed bin Hanbel,
nak. Ibn Kesir, 2/664)
Hassân bin
Sâbit(r.a.)’i şiir söylemeye ise şöyle teşvik etmiştir: “Söyle! Müşrikleri şiirlerinle hicvet, Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil) seninle
beraberdir.” (Buhârî, Bed’u’l-Halk 6, 4/136, Edeb 91, 8/45; Müslim,
Fezâilu’s-Sahâbe 153, hadis no: 2486, 4/1933; Ahmed bin Hanbel, 4/286, 298,
299, 301, 302)
İslâmiyet
öncesinde şairlerin etkileri çok fazlaydı. İki kabile arasında savaşa sebep
olacak kadar tesirli olan şiirin ve şairin etkinliği, Kurân nazil olduktan ve
İslâmiyet’in Arap yarımadasına hâkim olmasından sonra azalmıştır.
Diğer
Coğrafyalarda İslâmiyet ve Şiir
Araplarda şiir
geleneği çok eskilere dayanmaktadır. Bu gelenek de genel olarak sözlü, anonim
şekilde süregelmiştir. İslâmiyet etkisinde eski aşırılıkların yavaşça şiirden
temizlenmesi ile oluşan yeni şiir, hızlı bir şekilde büyüyen İslâm ülkesinin
sınırlarına giren ve Müslümanlıkla yeni tanışan milletlerin üzerinde de
tesirini bırakmıştır.
Farslar,
Araplardan sonra İslâm sancağı altına giren ilk milletlerdendir. Hz. Ömer devrinde
fethi sağlanmaya başlanan İran’da da belli bir şiir geleneği vardı. İran
şiirinde ince nüanslara, benzetmelere, alegoriye fazlasıyla yer veriliyordu.
Yerleşik kültür ve inançlar efsanelerin etkisindeki bu şiir, İslâm bayrağı
altında gücünü kuvvetlendirerek Hâfız, Mollâ Câmi gibi şairler yetiştirmeyi
başarmıştır.
Türklerde ise
göçebe bir hayat düzeni yüzünden çok kuvvetli bir edebiyat oluşmamıştı. Türk
edebiyatı, İslâm’ın etkisiyle yerleşik düzene geçilmesi ve Arap-İran tesirinin
yoğunlaşması sonucunda kuvvetlenmeye başlamıştır.
Dinî edebiyat
mutasavvıfların bayraktarlığında oluşmuştur. Hem Fars hem de Türk dinî şiiri
tasavvuf etkisinde meydana gelmiştir. Horasan erenlerinin öncülüğünde yayılan
tasavvuf yavaş yavaş Türk, İran, Anadolu coğrafyalarına yayılmaya devam
etmiştir. Ahmed-i Yesevî, Yunus Emre, Hacı Bayram Velî, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî
bu edebiyatın oluşumunda büyük etkiye sahiptir.
İslâm’ın Hoş
Sadâsı Olarak Şiir
“Şerîat tarîkat yoldur varana / Mârifet hakîkat
andan içerü”
(Yunus Emre)
Dinî-tasavvufî
şiir, İslâm’ın kaleleri ve gönülleri fethetmesinin ardından sınırlarını
gittikçe büyüttü. Allah’a ve Resûlüne methiyeler, dinin emir ve yasaklarına
riayet, İslâm’ı ve onun gerektirdiği zühdü, takvâyı hayata uygulamanın en lâtif
ifadesi olarak şiir tercih edilmiştir. Sözün en etkileyici hâli olan şiir,
kendisine karşı olan eleştirileri, küçümsemeleri arkada bırakarak gönülleri
fethetmeye devam edegelmiştir.
“Kalpte bir sûret dikilmiş; ne rûhu var ne bedeni
İnancı da ona yazılmış, bütünü beden olan bir
mürekkeple
Bir benzeri olmayan ‘Bir’, güzelliğiyle yapayalnız
Mertebesi varlıkların kaynağı, çifti de yok sayısı
da
Varlık Onunla var, Ona inanmamız emredildi
Ben, Ona muhtaç bir kul; O, ihsân sahibi, muhtaç
olmayan
Var oluş hikmetinden hayrete düşün, Rahmân ne güzel
var etti”
(Muhyiddîn İbn’ül Arabî)
(çev:
Ekrem DEMİRLİ)
Bu sonsuz
seslenişler insanların dillerine öyle bir dolanmıştır ki; en kuytu yerlerde
yaşayan insanlara kadar uzanmıştır. Kendilerini İslâm’ın ‘hâdim’i olarak gören
Osmanlı ve onun Hak ve Peygamber âşık’ı olan halkı, bu sonsuz seslenişleri
nesilden nesile aktarmışlardır. Anadolu’nun en ücrâ yerlerinde Yûnus Emre
mezarları olarak bilinen yerlerin de gösterdiği üzere bu büyük Hak ve halk
ozanı toplumu kendisine aşkla bağlamıştır. Çünkü aldığı ışık Kurân-ı Kerîm ve
Peygamber’in nûrundandı.
Mevlânâ’nın
hitâbı, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed(s.a.s)’in çağrısına
eşlik ederek o kadar yüceldi ki; bugün bütün dünya ‘gel!’ hitabına kulak
vermektedir.
Hallâc-ı Mansûr,
Nesîmî bu aşka öylesine kapılmışlardı ki; ölümü âdetâ davet ediyorlardı.
Parçalara ayrılan bedenleri aşk olarak İslâm mülkünün her yanına yayıldı.
“Ey ki etmek isteyen dosta sefer
Senliğinden sen seni eyle güzer
Varlığın yokluğa değşir ser-te-ser
Tâ bulasın vaslını dosttan eser”
(Nesîmî)
Naat (Peygamber
Hasreti)
“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu
Nazar-gâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâdır bu” (Nâbî)
Kutlu Doğum
Haftası’na denk geldiğimiz bu dönemde Peygamber hasretiyle, onu görmeden
çekilen özlemi tüm içtenliğiyle hissettiren naatları inceleyerek yazımıza devam
edelim.
İslâm’ın
gelişiyle ve şiire karşı duruşuyla sanat yeni bir ivme ve boyut kazanmıştır. Bu
hareket dinî edebiyatı oluşturan türlerin kendini bulmasıyla yaygınlık
kazanmıştır. Allah(c.c), Hz. Muhammed(s.a.s), züht ve takva gibi bazı hasletler
övülmeye başlanmıştır. Aşk şiirlerindeki sevgili nitelik değiştirmiştir. Artık
şiirlerde övülen sevgili Allah(c.c) ve Onun yüce peygamberi Hz. Muhammed(s.a.s)
olmuştur. Bu tema bütün İslâm milletlerinde görülmüştür.
Daha Hz.
Muhammed(s.a.s)’in yaşadığı dönemde başlayan peygamber övgüsü naat ismiyle
terimleşti. Resûlullah’ın çağdaşı olan Ka’b b. Zuheyr ve Hassân b. Sâbit ile
başlayan naat ekolü kesintisiz bir şekilde, İslâm’ın yayıldığı her yerde
kendini göstermiştir. Onun hayatı, yaşadıkları, doğumundan ölümüne her anı, her
özelliği şiirlerde ayrı ayrı işlenmiştir. Onu görmeden âşık olanların bu
doyumsuz aşkı; onun ulvî nitelikleriyle kendi sözlerini kıymetini arttırmak ve
kıyamet gününde Ona kavuşmak arzusuyla nice külliyatları doğurmuştur.
Kasîde-i Bürde ile gerçek boyutunu kazanan bu
gelenek Resûlullah’ın ümmeti olma şerefini ve şefaatini umanları, kalemin bütün
esrârını kâğıda dökmeye çalışmaya yöneltmiştir. Resûlullah’a yazdığı şiiri
sunan Ka’b b. Zuheyr, bu şiir karşılığında câize(şiire karşı verilen hediye) olarak Resûlullah’ın
kendi sırtından çıkartıp onun omuzlarına bırakması, şairlerin hayâllerini
süsleyen bir ödül töreni gibi şiirlerde işlenegelmiştir:
“E min tezekküri cîranın bi zî selemin
Mezecte dem’an cerâ min mukletin bi demi”
(Ka’b
b. Zuheyr)
“Selem (ağaçlarına) sahip (yerdeki) komşuları,
(Resûlüllâh’ı) hatırladığın için mi
Akıttın gözyaşlarını, gözün ak ve karasından kan ile
karışık bir şekilde?”
(çev:
Ömer Faruk HİLMİ)
beytiyle
başlayan bu şiir, bir mihenk taşı olarak İslâm şairlerinin hedefi durumuna
gelmiştir. Bu hasret sadece Araplarla sınırlı kalmamıştır. 16. yüzyıldan sonra
İslâm’ın bayraktarlığını da yapmaya başlayacak olan milletimiz de Peygamber
Efendimize aşk ve hasret dolu şiirler yazmışlardır:
“Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlare su
Kim bu denli tutuşan odlare kılmaz çâre su”
(Fuzûlî)
Bu yüce duygular
Hz. Muhammed(s.a.s)’in şahsında İslâm’a karşı duyulan sonsuz sevginin
yansımaları olmuştur. Anadolu ve Rûm-ili fethedilirken; ordularla beraber hatta
kimi zaman onlardan önce giden “Erenler”in yaktığı aşk meşâlesi gönülleri
fethetmekle meşgul oldu. Bu meşâlenin kalpteki harâret ile doğurduğu “Mevlid-i
Şerîf (Vesîlet’ün Necât) ve Muhammediye” zihinlere nakşolmuştu. Kurân
hafızlığının yanı sıra Mevlid-hân(Mevlid-i Şerîf okuyucu)lar yetişmiş, pâk
zihinler tarafından Mevlid ve Muhammediye gibi eserler ezberlenmişti. Bugün
bile düğünlerde, doğumlarda, ölümlerde, Ramazan ayının kalplere verdiği ilâhi
vecd dönemlerinde Hz. Muhammed(s.a.s)’in rûhaniyetine salât ve selâm niyetine
okunmaya devam ediyor:
“Tutdı cihânı serteser envâr-ı Mustafâ
Çün kim belürdi dünyâda âsâr-ı Mustafâ”
(Süleyman Çelebi, Vesîlet’ün Necât)
Osmanlı tahtında
halife sıfatıyla da oturan padişahların bu hasreti hissetmemeleri olanaksızdı.
Onlar da aynı hasreti tâ kalplerinden gelen divanları dolduracak kadar çok
şiirler açığa vurmuşlardır:
“Nûr-ı âlemsin bugün hem dahi mahbûb-ı Hudâ
Eyleme âşıkların bir lahza kapından cüdâ”
(Muhibbî)
Hak ve Peygamber
aşkı ile serpilen duygular sultanlıktan daha üstün görülmüştür. Sultan Ahmed’in
yaşadığı şu meşhur kıssadan elbette bizim de payımıza düşecek bir hisse vardır:
Sultan Ahmed, bugünkü
Sultanahmed Câmii inşası esnasında Mısır’da bulunan Sultan Kayıtbay Câmii’nden
Peygamber Efendimiz’in kadem-i şerîflerini getirtmişti. Peygambere duyulan
hasretin yansıması olan bu olay Sultan Kayıtbay’ın bir gece rüyasında Sultan
Ahmed’i Peygamber Efendimiz’e şikâyet etmesiyle neticelenmişti. İki sultanın
kadem-i şerîf için Allah Resûlü huzurunda görülen davalarında haklı görülen
taraf Sultan Kayıtbay olmuştu. Bu üzüntüyle Sultan Ahmed kadem-i şerîfi geri
iade etmek zorunda kalmıştı. Fakat bu kutsal hazineden kendinde de bir eser
bulunsun diye kendi el emeğiyle kadem-i şerîfin bir örneğini çıkartıp etrafını
da kendi elleriyle süslemesi ve şairliğinin de yardımıyla aşağıdaki şiiri
kaleme alıp bu aldığı örneğin etrafına nakşetmesi ibretliktir. Bu şiir ‘tâc ü
tahta yeğ görülen’ aşkın tezâhürü olarak görülmelidir:
“Nola tâcım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusûl’ün
Gül-i gül-zâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gül’ün”
(Sultân
I. Ahmed)
Allah(c.c) biz
kullarına da bu aşkı nasip etsin. Böyle kalpten yakarışlarda bulunan ceddimize
lâyık evlatlar olmaya çalışmak boynumuzun borcudur, elbette.
İslâm’ın Sonsuz
Hitabına Gür Bir Ses Daha: Âkif ve “Âsım’ın Nesli”
Mehmet Âkif,
İslâm’ın son derece zor bir dönemece girdiği anda yaşamıştır. Millî Mücadele
döneminin bütün sıkıntılarını çekmiş ve hutbeleriyle önce İstanbul ve ardından
da Anadolu’da halkı kurtuluş yolunda sevk etmeye gayret etmişti.