Tarihi Miras Misyon Yüklüyor... / "Kendine hakim olan başkalarına da hakim olur." Konfüçyüs ... / "Başarılı bir girişimci olmak için, sadece işinizi değil tüm hayatınızı kapsayan bir şirket kurmalısınız." Warren Rodgers.... / "Gideceğiniz yeri bilmiyorsanız, vardığınız yerin önemi yoktur." P.Drucker ... / "Allah’tan korkandan başka güvenilir kimse yoktur!" Hz. Ömer (r.a.)... / "Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir." Eflatun ... / "Deha denilen şey yüzde bir ilham, yüzde doksan dokuz alın teridir."

İslam Geleneğinde Şiir

Mehmet ÖZDEMİR

 

İSLÂM GELENEĞİNDE ŞİİR

 

Câhiliye Döneminde Şiir

 

‘Şiir, Arapların Dîvânıdır.”

 

 “Şiir” kelimesi, Arapça -ş-‘a-r- kökünden mastar olup sözlük bakımından bilmek, sezmek, bilincinde olmak, hissetmek, farkında olmak gibi anlamlara gelir. Özellikle bilmek ve bilgi anlamları üzerinde durulmalıdır. Şair bilgi ve sezgi sahibi anlamına gelir. Terimsel manası olarak ise şiir, kısaca, ‘vezinli, kafiyeli, ince mânâlı söz’ şeklindedir.

 

Câhiliye döneminde şiir, içtimaî hayatta çok ehemmiyetli bir yere ve hayatî bir tesire sahipti. Şairlerin yazdığı şiirler, kabilesinin namusu ve şerefi sayılmış ve bu şiirler hafızalarda saklanıp gelecek nesillere ulaşmaları sağlanmıştır. Şairin kendi hayatı ve yaşadığı toplumun hayatı onun şiirlerine esin kaynağı olmuştur. Arap şiiri aynı zamanda diğer bilimlerin de kendisinde yer bulduğu kadarıyla nesilden nesile aktarılmasını sağlamıştır. Bilgi kaynağı olarak görülen şiir bu yönüyle kelime anlamını da karşılamış bulunmaktaydı. Şiir, Arapların divanı olarak görülmüştür. Yani, Araplara ait ne varsa şiirde toplanmıştır.

 

Bu devirde şiir ve edebiyatı destekleyen çevreler ve şairlerin birbiriyle mücadele ettiği çeşitli müsabakalar vardı. Haram aylarda savaşların kesilmesi fırsat bilinerek Ukaz, Zülmecaz, Mecenne gibi şiir ve ticaretin bir arada buluştuğu büyük panayırlar kurulurdu. Büyük şairlerin hakemliğinde şiir yarışmaları düzenlenir ve her kabile yeni şairlerini ortaya çıkartırdı. Bu panayırlarda büyük başarı gösteren şairlerin şiirleri Kâbe duvarlarına asılırdı. “Muallâkat-ı Seb’a (Yedi Askı)” denilen bu şiirler çok büyük rağbet görür ve bu şiirleri yazan şairlerin kabileleri bundan büyük övünç duyarlardı. Çoğunun hangi yıllarda yazıldığı kesin olarak bilinmeyen bu şiirlerin şairleri şunlardı: İmru’ül-Kays, Tarafe ibnü’l-Abd, Haris bin Hilliza, Amr bin Kulsum, Antere bin Şeddâd, Züheyr bin Ebu Sulme ve Lebîd.

 

Bir kabileden yeni bir şair doğduğunda civar kabileler bu kabileyi tebrik etmek için gelirlerdi. Yemekler yenir, çeşitli eğlenceler yapılırdı. Çünkü şair demek; o kabilenin soyunun devam ettirecek erkek çocukları gibi kendi hayatlarını, hatıralarını, üzüntülerini, savaşlarını, âdetlerini devam ettirecek olan ‘ölmez oğul’ demekti. Eskilerin yazdıkları, meydana getirdikleri eserlere ‘ölmez oğul’ dediklerini unutmamak gerekir. Bir Arap atasözü der ki: “Oğul, atanın sırrıdır.” Ölmez oğul da buna nispet edilmelidir. Asırlar sonrasına kalacak olan et ve kemik değil; ancak kalbe derinden tesir eden iki çift yürek burkucu söz olacağı şahitleriyle ortadadır.

 

İslâmiyet ve Şiirin İslâmiyet Etkisinde Girdiği Yeni Dönem

 

İslâmiyet, şiirin ve sözün böylesine altın çağını yaşadığı bir ortamda, Hz. Muhammed(s.a.s) ve ona gönderilen Kurân-ı Kerîm ile insanlığa yeni bir ufuk olarak indirilmiştir. Allah Tealâ gönderdiği peygamberlere bahşettiği mucizeleri, hikmeti gereği görevlendirdiği toplumda revaçta bulunan ilme göre seçmiştir. Peygamber Efendimiz’in en büyük mucizesi de belâgatiyle câhil bir bedeviyi de Hz. Ömer gibi, Hassân b. Sâbit gibi şiiri, sanatı çok iyi bilen şair ve âlim insanları da önünde secdeye kapandıracak Kurân-ı Kerim’dir. Kurân-ı Kerîm, câhiliye bataklığına saplanmış insanlara hem ışığıyla hem belâgatiyle kendini göstermiştir. Bu ışığı kabul edemeyecek olan akıllar ise Hz. Muhammed(s.a.s)’e cinlerle ilişkili bir şair ve Ona indirilmiş olan Kurân-ı Kerîm’e de şiir, eski hikâyeler anlatan bir kitap diyerek iftira etmişlerdi.

 

Hâl böyle olunca da inen ayetlerden bazıları Kurân’ın şiir olduğu ve peygamberin şair olduğu iddiasını neshetmek üzere indirilmişti. Bunlara cevap verilirken de şiir aleyhine sert ifadeler de nazil olan ayetlerde geçmişti. Ayrıca da Müslüman olan şairler de (Ka’b, Hassân…) İslâm’ı ve Kurân’ı şiirleriyle savunmaya çalışmışlardır. Müşriklerin şiir diyerek iftira attıkları ve hicivlerle eleştirdikleri İslâm’ın şiir sahasındaki mücâhitliğini yapmışlardır.

 

Kur’ân-ı Kerîm ve Hadisler Işığında Şiir

 

Kur'ân'da şiir kelimesi bir kere, şair kelimesi de beş kere (birinde çoğul olarak) geçer. Şiirden söz eden, "Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da. O (kendisine indirilen kitap) yalnızca bir zikir(öğüt ve hatırlatma) ve apaçık bir Kur’ân’dır.” (Yasin, 36/69) âyeti, şiir ve vahiy arasında apaçık olan farkı belirtmiş ve bu iddialara cevap vermiştir.

                                                                                       

Kur’ân, başka bir yerde, aynı gerçeği bir kere daha ve yeminle pekiştirerek vurgular: "Hayır, gördüklerinize ve görmediklerinize yemin ederim ki; O (Kurân) elbette değerli bir elçinin sözüdür. O, bir şair sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz. Bir kâhinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz. Âlemlerin Rabb'inden indirilmiştir" (el-Hakka, 69/38-43).

 

Kur’ân, Câhiliye dönemi şairlerinin kötü rollerine işaret ederek, şeytanın, gerçeği ters yüz eden, günaha düşkün yalancı şairlere ilham/vesvese verdiğini, onlara da ancak azgın sapıkların uyduğunu söyler: “Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar; günaha, iftiraya düşkün olanların üstüne inerler. Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve onların çoğu yalancıdırlar. Şairlere ancak azgınlar uyarlar. Şairlerin her vâdîde (her yerde) vehm (hayal) edip, başıboş dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları/yapamayacakları şeyleri söylediklerini görmedin mi? Ancak iman edip sâlih amel işleyenler, Allah(c.c)’ı çokça zikredenler ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”  (26/Şuarâ, 221-227)

 

Kurân’ın içindeki şiirsel ifadeler, âhenk gibi unsurlar, Onun şiir olmasını gerektirmez. Bilâkis mânâyı en güzel, en belîğ şekilde ifade etmesi bakımından da ayrıca i’caz ve îcaz kazandırır. Kur’ân şiirle karşılaştırılamayacak kadar üstündür.

 

Genel olarak şiir, İslâmiyet’te söz gibi değerlendirilmiştir. İyi olanı övülmüş, kötü olanı yerilmiştir. Kurân’ın tenkidi de zaten kötü olan şiire, dünyevî heveslere yönlendiren, şehvet uyandıran şeytanî duygulara yöneliktir. Kurân-ı Kerim’e atılan iftiralara cevap niteliğinde olan itirazlar şiirin hepten kötü mânâda düşünüldüğünü göstermemelidir. Peygamber Efendimiz(s.a.s) güzel şiiri yasaklamamış, hikmetli yönlerini övmüş, hatta destek olmuştur.

 

Allah Resûlü şiir hakkında şöyle buyurur: “Şüphesiz şiirde hikmet vardır.” (Buhârî, Edeb 90, 8/42; Ebû Dâvud, Edeb 5010, 4/303…)

 

Şairleri kötüleyen âyet nazil olduğu zaman Peygamberimiz’in şairlerinden Hassân bin Sâbit, Abdullah bin Revâha, Kâ’b bin Mâlik, Peygamberimiz’e gelip şöyle demişlerdi: “Allah(c.c) şu âyeti inzal buyurdu ve o biliyor ki biz şiir söylemekteyiz.” Bunun üzerine Peygamberimiz(s.a.s.) şairleri kötüleyen âyetlerden sonra gelen âyeti okudu: “Ancak iman edip sâlih amel işleyenler, Allah(c.c)’ı çokça zikredenler ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başka. Zulmetmekte olanlar, nasıl devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.”  (26/Şuarâ, 227) Peygamberimiz sonra buyurdu ki: “Burada tenkit dışı bırakılanlar sizlersiniz.” (İbn Ebî Hâtim, nak. Muh. Ibn Kesir, 2/664)

 

Şairleri kötüleyen âyet nâzil olunca Peygamberimiz (s.a.s) Hassân bin Sâbit ve Kâ'b bin Mâlik'e (r.a.) şöyle buyurdu:“Kureyş’i hicvediniz, çünkü sizin hicviniz onları ok yağmuruna tutmanızdan daha etkilidir.”  (Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 157, hadis no: 2490, 4/1935)

 

Peygamberimiz(s.a.s), güzel ve faydalı şiir konusunda ayrıca şöyle buyuruyor: “Mümin eliyle ve diliyle cihat eder. Nefsimi kudret elinde tutana yemin ederim ki, dille attığınız da ok gibi yaralar açar.” (Ahmed bin Hanbel, nak. Ibn Kesir, 2/664)

 

Hassân bin Sâbit(r.a.)’i şiir söylemeye ise şöyle teşvik etmiştir: “Söyle! Müşrikleri şiirlerinle hicvet, Rûhu’l-Kudüs (Cebrâil) seninle beraberdir.” (Buhârî, Bed’u’l-Halk 6, 4/136, Edeb 91, 8/45; Müslim, Fezâilu’s-Sahâbe 153, hadis no: 2486, 4/1933; Ahmed bin Hanbel, 4/286, 298, 299, 301, 302)

 

İslâmiyet öncesinde şairlerin etkileri çok fazlaydı. İki kabile arasında savaşa sebep olacak kadar tesirli olan şiirin ve şairin etkinliği, Kurân nazil olduktan ve İslâmiyet’in Arap yarımadasına hâkim olmasından sonra azalmıştır.

 

Diğer Coğrafyalarda İslâmiyet ve Şiir

 

Araplarda şiir geleneği çok eskilere dayanmaktadır. Bu gelenek de genel olarak sözlü, anonim şekilde süregelmiştir. İslâmiyet etkisinde eski aşırılıkların yavaşça şiirden temizlenmesi ile oluşan yeni şiir, hızlı bir şekilde büyüyen İslâm ülkesinin sınırlarına giren ve Müslümanlıkla yeni tanışan milletlerin üzerinde de tesirini bırakmıştır.

 

Farslar, Araplardan sonra İslâm sancağı altına giren ilk milletlerdendir. Hz. Ömer devrinde fethi sağlanmaya başlanan İran’da da belli bir şiir geleneği vardı. İran şiirinde ince nüanslara, benzetmelere, alegoriye fazlasıyla yer veriliyordu. Yerleşik kültür ve inançlar efsanelerin etkisindeki bu şiir, İslâm bayrağı altında gücünü kuvvetlendirerek Hâfız, Mollâ Câmi gibi şairler yetiştirmeyi başarmıştır.

 

Türklerde ise göçebe bir hayat düzeni yüzünden çok kuvvetli bir edebiyat oluşmamıştı. Türk edebiyatı, İslâm’ın etkisiyle yerleşik düzene geçilmesi ve Arap-İran tesirinin yoğunlaşması sonucunda kuvvetlenmeye başlamıştır.

 

Dinî edebiyat mutasavvıfların bayraktarlığında oluşmuştur. Hem Fars hem de Türk dinî şiiri tasavvuf etkisinde meydana gelmiştir. Horasan erenlerinin öncülüğünde yayılan tasavvuf yavaş yavaş Türk, İran, Anadolu coğrafyalarına yayılmaya devam etmiştir. Ahmed-i Yesevî, Yunus Emre, Hacı Bayram Velî, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî bu edebiyatın oluşumunda büyük etkiye sahiptir.

 

 

İslâm’ın Hoş Sadâsı Olarak Şiir

 

“Şerîat tarîkat yoldur varana / Mârifet hakîkat andan içerü”

                                                                             (Yunus Emre)

 

Dinî-tasavvufî şiir, İslâm’ın kaleleri ve gönülleri fethetmesinin ardından sınırlarını gittikçe büyüttü. Allah’a ve Resûlüne methiyeler, dinin emir ve yasaklarına riayet, İslâm’ı ve onun gerektirdiği zühdü, takvâyı hayata uygulamanın en lâtif ifadesi olarak şiir tercih edilmiştir. Sözün en etkileyici hâli olan şiir, kendisine karşı olan eleştirileri, küçümsemeleri arkada bırakarak gönülleri fethetmeye devam edegelmiştir.

 

“Kalpte bir sûret dikilmiş; ne rûhu var ne bedeni

İnancı da ona yazılmış, bütünü beden olan bir mürekkeple

Bir benzeri olmayan ‘Bir’, güzelliğiyle yapayalnız

Mertebesi varlıkların kaynağı, çifti de yok sayısı da

Varlık Onunla var, Ona inanmamız emredildi

Ben, Ona muhtaç bir kul; O, ihsân sahibi, muhtaç olmayan

Var oluş hikmetinden hayrete düşün, Rahmân ne güzel var etti”

                                                                             (Muhyiddîn İbn’ül Arabî)

                                                                            (çev: Ekrem DEMİRLİ)

 

Bu sonsuz seslenişler insanların dillerine öyle bir dolanmıştır ki; en kuytu yerlerde yaşayan insanlara kadar uzanmıştır. Kendilerini İslâm’ın ‘hâdim’i olarak gören Osmanlı ve onun Hak ve Peygamber âşık’ı olan halkı, bu sonsuz seslenişleri nesilden nesile aktarmışlardır. Anadolu’nun en ücrâ yerlerinde Yûnus Emre mezarları olarak bilinen yerlerin de gösterdiği üzere bu büyük Hak ve halk ozanı toplumu kendisine aşkla bağlamıştır. Çünkü aldığı ışık Kurân-ı Kerîm ve Peygamber’in nûrundandı.

 

Mevlânâ’nın hitâbı, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed(s.a.s)’in çağrısına eşlik ederek o kadar yüceldi ki; bugün bütün dünya ‘gel!’ hitabına kulak vermektedir.

 

Hallâc-ı Mansûr, Nesîmî bu aşka öylesine kapılmışlardı ki; ölümü âdetâ davet ediyorlardı. Parçalara ayrılan bedenleri aşk olarak İslâm mülkünün her yanına yayıldı.

 

“Ey ki etmek isteyen dosta sefer

Senliğinden sen seni eyle güzer

Varlığın yokluğa değşir ser-te-ser

Tâ bulasın vaslını dosttan eser”

                                                                             (Nesîmî)

 

Naat (Peygamber Hasreti)

 

“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu

Nazar-gâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâdır bu” (Nâbî)

 

Kutlu Doğum Haftası’na denk geldiğimiz bu dönemde Peygamber hasretiyle, onu görmeden çekilen özlemi tüm içtenliğiyle hissettiren naatları inceleyerek yazımıza devam edelim.

 

İslâm’ın gelişiyle ve şiire karşı duruşuyla sanat yeni bir ivme ve boyut kazanmıştır. Bu hareket dinî edebiyatı oluşturan türlerin kendini bulmasıyla yaygınlık kazanmıştır. Allah(c.c), Hz. Muhammed(s.a.s), züht ve takva gibi bazı hasletler övülmeye başlanmıştır. Aşk şiirlerindeki sevgili nitelik değiştirmiştir. Artık şiirlerde övülen sevgili Allah(c.c) ve Onun yüce peygamberi Hz. Muhammed(s.a.s) olmuştur. Bu tema bütün İslâm milletlerinde görülmüştür.

 

Daha Hz. Muhammed(s.a.s)’in yaşadığı dönemde başlayan peygamber övgüsü naat ismiyle terimleşti. Resûlullah’ın çağdaşı olan Ka’b b. Zuheyr ve Hassân b. Sâbit ile başlayan naat ekolü kesintisiz bir şekilde, İslâm’ın yayıldığı her yerde kendini göstermiştir. Onun hayatı, yaşadıkları, doğumundan ölümüne her anı, her özelliği şiirlerde ayrı ayrı işlenmiştir. Onu görmeden âşık olanların bu doyumsuz aşkı; onun ulvî nitelikleriyle kendi sözlerini kıymetini arttırmak ve kıyamet gününde Ona kavuşmak arzusuyla nice külliyatları doğurmuştur.

 

Kasîde-i Bürde ile gerçek boyutunu kazanan bu gelenek Resûlullah’ın ümmeti olma şerefini ve şefaatini umanları, kalemin bütün esrârını kâğıda dökmeye çalışmaya yöneltmiştir. Resûlullah’a yazdığı şiiri sunan Ka’b b. Zuheyr, bu şiir karşılığında câize(şiire karşı verilen hediye) olarak Resûlullah’ın kendi sırtından çıkartıp onun omuzlarına bırakması, şairlerin hayâllerini süsleyen bir ödül töreni gibi şiirlerde işlenegelmiştir:

 

“E min tezekküri cîranın bi zî selemin

Mezecte dem’an cerâ min mukletin bi demi”

                                                                            (Ka’b b. Zuheyr)

“Selem (ağaçlarına) sahip (yerdeki) komşuları, (Resûlüllâh’ı) hatırladığın için mi

Akıttın gözyaşlarını, gözün ak ve karasından kan ile karışık bir şekilde?”

                                                                                  (çev: Ömer Faruk HİLMİ)

 

beytiyle başlayan bu şiir, bir mihenk taşı olarak İslâm şairlerinin hedefi durumuna gelmiştir. Bu hasret sadece Araplarla sınırlı kalmamıştır. 16. yüzyıldan sonra İslâm’ın bayraktarlığını da yapmaya başlayacak olan milletimiz de Peygamber Efendimize aşk ve hasret dolu şiirler yazmışlardır:

 

“Saçma ey göz eşkten gönlümdeki odlare su

Kim bu denli tutuşan odlare kılmaz çâre su”

                                                                             (Fuzûlî)

 

Bu yüce duygular Hz. Muhammed(s.a.s)’in şahsında İslâm’a karşı duyulan sonsuz sevginin yansımaları olmuştur. Anadolu ve Rûm-ili fethedilirken; ordularla beraber hatta kimi zaman onlardan önce giden “Erenler”in yaktığı aşk meşâlesi gönülleri fethetmekle meşgul oldu. Bu meşâlenin kalpteki harâret ile doğurduğu “Mevlid-i Şerîf (Vesîlet’ün Necât) ve Muhammediye” zihinlere nakşolmuştu. Kurân hafızlığının yanı sıra Mevlid-hân(Mevlid-i Şerîf okuyucu)lar yetişmiş, pâk zihinler tarafından Mevlid ve Muhammediye gibi eserler ezberlenmişti. Bugün bile düğünlerde, doğumlarda, ölümlerde, Ramazan ayının kalplere verdiği ilâhi vecd dönemlerinde Hz. Muhammed(s.a.s)’in rûhaniyetine salât ve selâm niyetine okunmaya devam ediyor:

 

“Tutdı cihânı serteser envâr-ı Mustafâ

Çün kim belürdi dünyâda âsâr-ı Mustafâ”

                                                                             (Süleyman Çelebi, Vesîlet’ün Necât)

 

Osmanlı tahtında halife sıfatıyla da oturan padişahların bu hasreti hissetmemeleri olanaksızdı. Onlar da aynı hasreti tâ kalplerinden gelen divanları dolduracak kadar çok şiirler açığa vurmuşlardır:

 

“Nûr-ı âlemsin bugün hem dahi mahbûb-ı Hudâ

Eyleme âşıkların bir lahza kapından cüdâ”

                                                                             (Muhibbî)

 

Hak ve Peygamber aşkı ile serpilen duygular sultanlıktan daha üstün görülmüştür. Sultan Ahmed’in yaşadığı şu meşhur kıssadan elbette bizim de payımıza düşecek bir hisse vardır:

 

Sultan Ahmed, bugünkü Sultanahmed Câmii inşası esnasında Mısır’da bulunan Sultan Kayıtbay Câmii’nden Peygamber Efendimiz’in kadem-i şerîflerini getirtmişti. Peygambere duyulan hasretin yansıması olan bu olay Sultan Kayıtbay’ın bir gece rüyasında Sultan Ahmed’i Peygamber Efendimiz’e şikâyet etmesiyle neticelenmişti. İki sultanın kadem-i şerîf için Allah Resûlü huzurunda görülen davalarında haklı görülen taraf Sultan Kayıtbay olmuştu. Bu üzüntüyle Sultan Ahmed kadem-i şerîfi geri iade etmek zorunda kalmıştı. Fakat bu kutsal hazineden kendinde de bir eser bulunsun diye kendi el emeğiyle kadem-i şerîfin bir örneğini çıkartıp etrafını da kendi elleriyle süslemesi ve şairliğinin de yardımıyla aşağıdaki şiiri kaleme alıp bu aldığı örneğin etrafına nakşetmesi ibretliktir. Bu şiir ‘tâc ü tahta yeğ görülen’ aşkın tezâhürü olarak görülmelidir:

 

“Nola tâcım gibi başımda götürsem dâim

Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusûl’ün

Gül-i gül-zâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir

Ahmedâ durma yüzün sür kademine o Gül’ün”

                                                                            (Sultân I. Ahmed)

 

Allah(c.c) biz kullarına da bu aşkı nasip etsin. Böyle kalpten yakarışlarda bulunan ceddimize lâyık evlatlar olmaya çalışmak boynumuzun borcudur, elbette.

 

İslâm’ın Sonsuz Hitabına Gür Bir Ses Daha: Âkif ve “Âsım’ın Nesli”

 

Mehmet Âkif, İslâm’ın son derece zor bir dönemece girdiği anda yaşamıştır. Millî Mücadele döneminin bütün sıkıntılarını çekmiş ve hutbeleriyle önce İstanbul ve ardından da Anadolu’da halkı kurtuluş yolunda sevk etmeye gayret etmişti.

Copyright © 2019 Beyrut- Tüm Hakları Saklıdır.