Giriş
Coğrafi
Keşifler ve Sanayi Devrimi’ne ayak uyduramayan Osmanlı Devleti, zaman
içerisinde teknik anlamda çağının gerisinde kalmış, bu da ekonomik, siyasi ve
askerî olarak rakiplerine karşı yetersiz olmasına sebep olmuştur. Osmanlı
Devleti’nin bu zayıflığından faydalanmak isteyen rakipleri her fırsatta Osmanlı
Devleti’nin üzerine yürümüş ve daha da zayıflamasına sebep olmuştur.
19. yüzyıla
gelindiğinde, 1789’da gerçekleşen Fransız ihtilâlinden sebeple dünyanın
çehresinin neredeyse tamamıyla değiştiğini görürüz. Fransız İhtilali’nin
ardından Sosyalizm, Milliyetçilik, Volk Milliyetçiliği, Antisemitizm gibi
kavramlar ortaya çıkmıştır. Bu kavramlar bir müddet sonra dünya haritasının
yeniden çizilmesini sağlayacaktır. Kavramların ortaya çıkışından bir müddet
sonrasına baktığımızda çağa en tesirli şekilde damgasını vuran fikir akımının
nasyonalizm, yani milliyetçilik olduğunu görürüz. Milliyetçilik akımının
temayüz etmesi şüphesiz ki en çok, Osmanlı, Avusturya-Macaristan gibi dönemin
çok uluslu imparatorluklarını etkilemiştir. Osmanlı’ya etkisine bakacak
olursak, 1829'da Yunanistan, 1878'de
Sırbistan, Karadağ ve Romanya, 1908'de Bulgaristan ve 1913 yılında da
Arnavutluk, birer bağımsız devlet olarak Osmanlı İmparatorluğundan kopmuştur. [1]
Döneme baktığımızda Osmanlı’ya düşman devletlerin bu ayrılıkçı unsurları adeta
bir kukla gibi Osmanlı’ya karşı kışkırtıp kullandığını görüyoruz. Düvel-i
Muazzama denilen devletler, bu ayrılıkçı unsurları kışkırtarak ve maddi,
manevi, hukuki, siyasi yönlerden destekleyerek Osmanlı toprakları üzerinde hak
iddia etmelerini, haklarını elde etmek için de Osmanlı’ya karşı militer olarak
mücadele etmelerini sağlamışlardır. Tüm bu etmenler, Türk milletini ve Türk
devletini bir ‘’Milli Mücadele’’ dönemine sokmuştur.
Milli Mücadele dendiğinde aklımıza
gelen, 1919’da başlayıp 1922’de biten, ‘’İstiklal Harbi’’ ve ‘’Kurtuluş
Savaşı’’ isimleriyle de andığımız savaştır. Ancak Milli Mücadele kavramı çok
daha geniş kapsamlı bir kavramdır. Tam anlamıyla, 1919’dan önce de, I. Dünya
Savaşı’ndan önce de bir Milli Mücadele vardır. Türk devletinin en zor dönemleri
1911’de İtalyanların Trablusgarb’a girişiyle başlamış, Balkan Savaşları’ndan I.
Dünya Savaşı’na, I.Dünya Savaşı’ndan Büyük Taarruz’a kadar devam etmiştir. Bu zorlu
dönemde Türk devletini müdafaaya hayatını adamış, Türk milletinin esarete
girmesine ve ilsermesine[2]
engel olmuş birçok kahraman yaşamıştır. Bunlardan biri de çalışmamızı
atfettiğimiz Süleyman Askerî Bey’dir.
Süleyman
Askeri Bey, 1884’de bugün Kosova devletinin sınırları içerisinde kalan Prizren
şehrinde dünyaya gelmiştir. Babası Halil Vehbi Paşa, annesi Güzide Hanım’dır.
Annesi Erkan-ı Harbiye’ye yazdığı mektupta Süleyman Askeri Bey dışında üç tane
daha oğlu, olduğunu, onların Kut’ül Amare, Yemen ve Çanakkale’de şehit
olduklarını, büyük damadından başka aile reisi kalmadığını belirtir. Çünkü
kocası Halil Vehbi Paşa da 1905’te Karahisar’daki görevinde eceliyle vefat
etmiştir. Babası vefat ettiğinde Süleyman Askeri Bey henüz 21 yaşındaydı.
Kardeşlerinden sadece Hasan Askeri’nin ismi bilinmektedir. Güzide Hanım’ın
mektubundaki büyük damadım sözünden, Süleyman Askeri Bey’in birden fazla kız
kardeşi olduğunu anlıyoruz. Süleyman Askeri Bey’i tanıyan kişilerin hatıratlarında
Süleyman Askeri Bey ve ailesinin Bektaşi olduğu söylenmektedir. [3]
Diğer adının Zeynelabidin olması, kardeşinin adının Hasan Askeri olması
da bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.[4]
Süleyman Askeri Bey’in ilk ve ortaokul eğitimiyle alakalı elimizde kaynak
bulunmamaktadır. Ancak liseyi Edirne askeri idadisinde okuduğunu biliyoruz.
Burada okurken Kuşçubaşı Eşref ve Yenibahçeli Şükrü Bey ile yakın dostluk
kurmuştur. 1900 yılında Edirne Askeri İdadisi’nden mezun olmuş, sonrasında harp
okuluna girmiş, buradan da 1902 yılında, mülazım-ı sânî, yani teğmen rütbesiyle
mezun olmuş sonrasında harp akademisine girerek buradan da 1905 yılında mezun
olmuştur. Mezun olduktan sonra ilk görev yeri Manastır olmuştur. Buradaki
görevinde çete takipleri sırasında askeri bilgisi ve cesareti ile ön plana
çıkmıştır. [5]
Tam bu sıralar Makedonya’da Türk çeteleri de kurulmuş, reislerinden biri de
Süleyman Askeri Bey olmuştur. 1906 yılından sonra İzmir’de olduğuna ve Yüzbaşı
İsmet Bey’le görüştüğüne dair bazı belgeler vardır. Ancak kendisinin 1907’de
Manastır’da olduğunu bildiğimizden İzmir’e geçici süreliğine gittiğini
anlıyoruz.[6]
31 Mart olayının ardından İstanbul’a gönderilmiş olan hareket ordusunda da
bulunmuş, oradaki görevinin ardındansa Bağdat Jandarma Teşkilatı’na kolağası
olarak atanmıştır.
Milli Mücadele’de Süleyman Askeri Bey
İtalyanların
Trablusgarb’a harekat başlatmasıyla orayı müdafaa için ilk gidenlerin arasında
Enver Paşa, Mustafa Kemal, Binbaşı Fethi ve Süleyman Askerî Bey de bulunuyordu.
Kendisi Manastır’daki çetecilik tecrübelerinden faydalanarak buradaki
aşiretleri düzenli hale getirmiş ve paramiliter bir müdafaa hareketi
başlatmıştır. Planları, İtalyanlar karaya çıkarken onları en savunmasız anında
basıp zayiat verdirmek ve başarısızlığa uğratmak üzerineydi ve başarılı da
oldu. Bu stratejileri ile İtalyanlara birçok zayiat verdirmişler ve
Trablusgarb’ın işgal edilişini geciktirmişlerdir. Ancak bir süre sonra
cephaneleri ve ikmalleri yetersiz kalınca Trablusgarb’ın işgaline engel
olamamışlardır. Trablusgarb’ın bir diğer önemi ise burada Teşkilat-ı
Mahsusa’nın temelleri atılmıştır.[7]
Süleyman Askeri Bey Trablusgarb’daki görevinden sonra da 22 Ağustos 1912’de
Bingazi’ye kolağası rütbesi ile atanmış, bir yıl sonra Müretteb 10. Kolordu
Erkan-ı Harbiyesi görevine getirilmiştir.
Süleyman
Askeri Bey’in Trablusgarb’da Arap aşiretleriyle başarılı olması, ona daha sonra
Irak Cephesi’nde de aynı stratejiyi uygulatacak ve onu hayal kırıklığına
uğratacak ve bu vahim olay onu intihara kadar götürecek. Ne kadar
Trablusgarb’da bu stratejiyle başarılı olmuşsa da bu olay onu yanıltmış, ona
daha sonra da aynı stratejiyi uygulatarak onun hayatına mâl olmuştur. Süleyman
Askeri Bey’in Manastır’daki çetecilik faaliyetleri gayr-ı resmî olduğundan onun
bu faaliyetleriyle alakalı fazla kayıt olmadığını, fazla kayıt olmadığı için de
bu konuda hiçbir zaman bir görüş sahibi olamayacağımızı düşünmekteyiz.
I.Balkan Savaşı ile Balkanlardaki
birçok Türk toprağı Yunanların ve Bulgarların işgaline uğramıştır. O dönemde
bölgenin demografik yapısı pek çok kez incelenmiş, nüfus istatistikleri
çıkarılmış ve işgal altındaki bölgelerde Türk nüfusunun çoğunluğu belgelerle
kanıtlanmıştır.[8]
Ancak Yunanlar ve Bulgarlar işgaldeki ısrarlarından taviz vermemiş, üstüne
üstlük çetelerle bölgede yaşayan Türklere zulmetmiştir. Bulgar işgali
Kırklareli’ne kadar gelerek ileri boyuta ulaşmıştır.
Enver
Paşa’nın başkumandanlık emrini bildiren telgrafı alan ve kendisi de bir
Kuşçubaşı, Ağustos 1913’te Ortaköy’e gelerek Enver Paşa ile
görüşmüş ve Batı Trakya’da geniş çaplı kurtarma faaliyetleri için onu ikna
etmiştir.[9]
Ortaköy’deki
görüşmeden sonra Batı Trakya’ya gönüllü olarak geçen subay ve erlerle buradaki
kurtarma faaliyetleri resmen başlamış, ilk olarak Kırcaali’de
Dimitriyef çetesi temizlenmiş, Batı Trakya’nın merkezi
durumundaki Gümülcine 31 Ağustos 1913’te, İskeçe de bir gün sonra işgalcilerden
kurtarılmıştır. Gümülcine’nin kurtarılmasından sonra Garbî Trakya Hükümet-i
Muvakkatesi kurulmuş, hükümet reisliğine de Müderris Salih Hoca getirilmiştir.
Süleyman Askeri Bey ise Erkan-ı Harbiye ve İcraiye Reisi olarak hükümet
üzerinde en yetkili ve en güçlü kişi olmuştur. [10]
Bugün bu devlet Batı Trakya Türk Cumhuriyeti olarak anılsa da bu devletin adı
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti olmamış, yukarıda bahsettiğimiz üzere Garbî Trakya
Hükümet-i Muvakkatesi,
Garbî Trakya Hükümet-i Müstakilesi isimlerini kullanmıştır.
Osmanlı Devleti, 13 Eylül 1913’de imzaladığı İstanbul Antlaşması ile Garbî
Trakya Muvakkatesi’nin hakimiyetinde olan bölgeleri Bulgarlara bırakmış, ancak
Garbî Trakya Muvakkatesi, bağımsız bir devlet olmanın hakkını vererek bu
antlaşmayı tanımadığını belirtmiştir. Ancak Osmanlı, İstanbul Antlaşması’nı
imzaladığından dolayı Garbî Trakya Muvakkatesi’ne gerekli desteği verememiş, bu
denenle devletin toprakları 30 Ekim 1913’e kadar tamamen Bulgar işgaline uğramış
ve devletin ömrü sona ermiştir.
Garbî Trakya
Muvakkatesi’nin yönetiminde olan Süleyman Askeri Bey ve
Kuşçubaşı gibi isimlerin devlet sona erdikten sonra Osmanlı
ordusundaki görevlerine devam etmelerinden, Garbî Trakya Müstakilesi’nin
Osmanlı’nın stratejik bir hamlesi olduğunu öne sürebiliriz. Çünkü Osmanlı, ne
kadar İstanbul Antlaşması ile Batı Trakya’yı Bulgaristan’a bıraksa da Doğu
Trakya’yı Bulgarlardan almış ve orada bağımsız, Osmanlı’nın sorumluluğunda
bulunmayan bir devlet bulunmaktaydı ve eğer Bulgarlara karşı olan direnişinde
başarılı olsaydı Batı Trakya, Türklerin elinde kalmaya devam edecekti ve
Osmanlı hiçbir usulsüzlükte bulunmamış olacaktı.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın kuruluşu ile
alakalı çeşitli görüşler vardır. Bunlardan en çok dikkate alınanları: II.
Meşrutiyetten önce olduğu, 1911’de Trablusgarb’da İtalyanlara karşı direniş
için kurulduğu, Balkan Savaşları sırasında kurulduğu, hatta cephelere
Teşkilat-ı Mahsusa isminde birlikler gönderildiği(bu görüş kaynaklara
dayandırılmamaktadır), Türk-Alman ittifakının resmi hale gelmesinden üç gün
sonra kurulduğu… Bütün görüşlerin ortak olduğu tek bir nokta vardır ki, o da
Enver Paşa’nın emriyle Süleyman Askerî Bey tarafından kurulduğu ve ilk reisinin
Süleyman Askerî Bey olduğudur.[11]
Teşkilat-ı
Mahsusa isimli oluşumun ne zaman kurulduğu tam olarak saptanamasa bile
teşkilata dahil Süleyman Askerî Bey, Kuşçubaşı Eşref, Mülâzım Atıf, Ali
Başhampa gibi isimlerin teşkilatın kuruluş emrini verdiği ileri sürülen Enver
Paşa ile 7 Temmuz 1908’de
gerçekleştirilen Arnavut Şemsi Paşa suikastından beri beraber hareket
etmekteydiler. Bu sağlam teşkilatlanma o tarihte birden bire ortaya
çıkamayacağına göre bu oluşumun tarihi daha da eskiye dayanmaktadır. Bunlardan
hareketle Teşkilat-ı Mahsusa ismindeki oluşumun ne zaman kurulduğunu
saptayamasak da öncesinde onun prototipi olan bir oluşumun var olduğunu
söyleyebiliriz.
Teşkilat-ı
Mahsusa’nın çeşitli yerlerde yapılanmaları bulunmaktaydı. Bunlar
Rumeli Masası, Kafkasya Masası, Afrika-Trablusgarb Masası,
Vilayet-i Şarkiye[12]
Masası şeklindedir.[13]
Süleyman
Askerî Bey, Teşkilat-ı Mahsusa reisi olarak, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ve
Kafkaslar’da teşkilatlar kurulmasını ve bölgedeki gayr-ı Türkî unsurlarla,
özellikle de Almanlar ve Gürcülerle bölgenin müdafaası konusunda
işbirliği yapılması için harekete geçilmesini emretmiştir.[14]
Teşkilat-ı
Mahsusa tarafından planlanan Kafkasya İhtilali’nin hazırlıkları devam ederken,
Bağdat’ta Irak ve Havalisi Umûm Kumandanlığı’na Süleyman Askerî Bey tarafından
gönderilen şifre ile gerek İran’ın merkezinde, gerek sınırlarındaki aşiretler
arasında, gerekse Kafkasya dahilinde o zamana kadar ne gibi hazırlıklar ve
teşkilatlanmalar olduğu, kimlerin hangi mıntıkalara gönderilerek bölgelerdeki
teşkilatlanmaların ne derecede tamamlandığını bildirilmesi istenmiş, bu ve
benzeri yazışmalar, sonrasında da devam etmiştir. Süleyman Askerî Bey’in bu
bölge gibi birçok bölge ile aynı mahiyette yazışmaları vardır.[15]
Süleyman Askerî Bey, Teşkilat-ı Mahsusa Reisliği görevini ölümüne kadar
sürdürmüştür.
Trablusgarb’da, Balkanlarda ve
Teşkilat-ı Mahsusa’daki görevlerini başarıyla yürüten Süleyman Askerî Bey 23
Aralık 1914 tarihinde Irak ve Havalisi Umûm Kumandanlığı görevine atanmış,
orada da Balkanlarda ve Trablusgarb’da yaptığı gibi çetecilik faaliyetlerine
önem vermiştir. Irak Cephesi’nde bölgedeki aşiretleri düzenli hale getirerek ve
onlarla beraber mücadele ederek başarılı olacağını düşünen Süleyman Askerî Bey,
bu fikrini gerçekleştirmiş ve bölgedeki aşiretlerden, düzenli paramiliter bir
kuvvet kurmuştur.
İngilizler,
operasyon alanını Bağdat’ı içine alacak şekilde genişleterek Mısır’dan getirilen
takviye birliklerle Basra’daki güçlerini kolordu düzeyine yükseltmişler,
Osmanlı yönetimi ise Basra’nın geri alınması için karşı saldırı hazırlıklarına
başlamıştı. Süleyman Askerî Bey, Basra’nın İngilizlerce işgali sırasında hiçbir
varlık gösteremeyen Cavid Paşa’nın yerine atanmıştı. Süleyman Askerî Bey,
bölgedeki aşiret savaşçıları dışında Suriye’den gelen 35 ve 38. Tümenle kısa
sürede sağlam bir savunma sistemi kurmuştu. Ancak bu iki tümendeki askerlerin
toplam sayısı 10 binden ibaretti. Süleyman Askerî Bey’in asıl güvendiği
kuvvetler, sayıları 20 bini bulan aşiret savaşçılarıydı. İki tümen ve aşiret
savaşçılarından oluşan Osmanlı kuvvetleriyle İngiliz birlikleri arasında 14
Nisan 1915’te Şuayyibe’de yapılan muharebede aşiret güçlerinin kısa zamanda dağılıp
kaçması Osmanlı kuvvetlerini tam anlamıyla bir yenilgiye götürdü. Yenilgiyi
kabullenemeyen Süleyman Askerî bey intihar etti.
Sonuç
Süleyman
Askerî Bey gibi kahramanların o zaman yaptığı mücadeleler, Türk milletinin ve
Müslümanların yapılan saldırılar karşısında daha az zarar görmesini sağlamış,
bu coğrafyada Türklüğün ve İslamın silinmesini engellemiştir. Bu mücadeleler ve
ulaşılan başarılar, millete umut aşılamış, Teşkilat-ı Mahsusa’da kurulan
istihbarat ve muhaberat sistemi, yeni Türk devletinin kuruluşuna giden yolda
tesirlerini devam ettirmiş, devlet kurulduktan sonra da oluşturulan istihbarat
teşkilatına emsal olmuştur. Süleyman Askerî Bey’in Osmanlı’nın toprağı bulunan
üç kıtada da görev yapmasından, Enver Paşa, Talat Paşa gibi, devletin ileri
gelen isimleriyle beraber çalışmasından da ne kadar önemli ve kilit bir isim
olduğunu anlıyoruz. Süleyman Askerî Bey gibi, kısacık ömrünü devleti, milleti
ve dinine adamış büyük bir kahramanın adının, bu kadar perde arkasında kalması
oldukça üzücüdür…
BEO, 4327324506
DH. ŞFR, 467/117
-
Şimşek,
N., Teşkilat-ı Mahsusa’nın Reisi Süleyman
Askeri Bey, İstanbul, 2008
-
Armaoğlu,
F., 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi(1914-1995),
İstanbul, 2013
-
Güner,
Z., Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti Kuruluşu ve Faaliyetleri 1
Aralık 1918-13 Mayıs 1920, Ankara, 1998
-
Gündağ,
N., Garbî Trakya Müstakilesi, Ankara,
1987
-
Kaymaz,
İ., vdd., 100. Yılında I. Dünya Savaşı,
Ankara, 2016
-
Bıyıklıoğlu,
T., Trakya’da Milli Mücadele, Ankara, 1992
-
Stoddard,
P.H., Teşkilât-ı Mahsusa: Osmanlı Hükümeti ve Araplar 1911-1918, İstanbul, 2003
-
Orhonlu,
C., vdd., Türk Dünyası El Kitabı,
Ankara, 1976
[4]
İmam Zeynelebidin hem İmamiye hem İsmailiye Şiası’nda dördüncü imamdır. Aynı
zamanda Hz. Hüseyin’in kerbela vakasından kurtulan oğludur. Hasan el- Askeri
ise İmamiye Şiası’nın on birinci imamı olup Hz. Muhammed soyundan gelmekteydi.
[8] Güner, Z., Trakya-Paşaeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
Kuruluşu ve Faaliyetleri 1 Aralık 1918-13 Mayıs 1920, Ankara, 1998, s. 38,
56, 59, 60, 61, 102 ‘’Bahsi geçen
eserde döneme ait nüfus istatistikleri bulunmaktadır’’.
[15] Şimşek, N., ., İstanbul, 2008, s. 134, 135, 139,
140